31 Ocak 2011 Pazartesi

Hasköy'de yaratıcı "küçük" endüstri! - Korhan Gümüş, 30.01.2011

Hasköy’de ara sokaklarda yürüyorum. Binaların çoğu bakımsız. Üzerlerine yılların izleri yapışmış. Ancak binaların bir bölümü de sanki bunlara inat süslenmekte. Nedeni buralardan küçük üreticilerin çıkarılması. Bu yüzden imalathaneler bulundukları mekanlara özen göstermiyorlar. Diğerleri, süslenmekte olanlar ise hızla rezidanslara, iş merkezlerine dönüşmekte.  


 
Ancak bu işte bir tuhaflık daha var: Bu gecekondu gibi yapılmış olan ve bugün yıkılacağı söylenen eski sanayi yapıları tescil edilerek sanki korunması gerekli birer mimarlık eseri gibi geliyor, bana. Evet aynen böyle düşünüyorum. Çünkü bu ilginç mekanlar kentin hala capcanlı olan ve kendisini sürekli yenileyen yaratıcı zekasına evsahipliği yapıyorlar. Şüphesiz dünyanın bir çok kentinde de benzer mekanlar vardır. Ama yönetimlerin eşi benzeri olmayan nezihleştirme mücadelesi olsa olsa bu topraklarda olur. Bunun nedeni de açık: Yönetimler kente kamusal nitelikli bir müdahale yerine imar planı yapmakla yetiniyorlar. Yöneticiler genellikle imardan yana tavır koyuyorlar. Böyle olunca da gene bu kentin yaratıcı işlerinden biri olan imar ile üretim birçok yerde karşı karşıya geliyor.
 
Hasköy’de de bazı yerlerde yıkımlar çoktan gerçekleşmiş ve yeni yapılanlar sanki margarin kremalı pasta gibi süslenmişler. Bu çarpıcı görünümün arkasında ise gene aynı mantık yatıyor: Sakın kendini koyverme, diren! Nasıl olsa bu süslü ve alımlı binayı yıkmaya kimse cesaret edemez!
Ne de olsa sahilde yıkımdan şans eseri kurtulan ve bugün Sanayi Müzesi’ne dönüşen Şirketi Hayriye’nin bakım onarım atölyesi ilk dönüşüme uğrayanlardan. Haliç sahillerinin de karşısında Süleymaniye Camisi, Fatih Camisi, Surlar, Fener Lisesi, Bulgar Kilisesi… gibi anıtlardan oluşan manzarası ile herhalde Boğaziçi’nden de bir eksiği yok.
 
Ancak buradaki girift, özellikle de değişime ayak uydurmak için yapılan ilginç olabilecek binalardan söz etmiyorum. Onların da tıpkı küçük endüstri yapıları gibi geçiciliği çok açık. 
Şaşıracaksınız ama 87 yıkımlarından sonra dahi Haliç hala İstanbul’un endüstri merkezi. Bir atölyeye giriyorsunuz, içinde bir tele asılmış paslanmaz çelikten üretilmiş vanalara benzer bir şeyler görüyorsunuz. 


Meğersem bunlar tanınmış bir çukulata fabrikasının üretim araçları imiş. Malzeme içinden geçerken donmasın diye vanalarda bir ikinci sıcak su tertibatı var. Yapılan işin mühendisliğine hayran kalıyorum. Bunların yanında gene özel olarak üretilmiş karmaşık parçalar. Tasarım, ileri teknoloji içeren bir mühendislik eseri. Atölye ise dıştan bakıldığında  bakımsız ve sanki savaştan çıkmış! Nedeni ise burada kendilerini kalıcı hissetmemeleri. Bu atölyeden çıkıyorum, diğerine giriyorum. Burada da ilginç makine parçaları üretiliyor. Bunlar da bir makarna fabrikasının üretim araçlarıymış! Şaşkınlık içinde yapılan üreteme izliyorum. İstanbul çağ atlamış, artık bu bölgelerde sıradan üretim yapılmıyor. Endüstrinin en canalıcı, en karmaşık parçaları üretiliyor. İstanbul’u tanımamız lazım. 


Biraz ilerde “küçük endüstri” tanımı yalnızca lafta kalır, gene fabrikalar için üretim yapan bir atölye görüyorsunuz. Kapısının önüne üretimden yeni çıkmış çelik tezgahlar dizilmiş. Onun arkasında ise gene müthiş bir başka teknolojik gösteri. Üç metre genişliğindeki atölyede metal eritiliyor ve her gün döküm yapılıyor! Bu küçük atölyenin gerçekte bir sinagogun dış duvarı ile bahçe duvarı arasında yer aldığını anlıyorsunuz. Bu mekanlar zaman içinde, ihtiyaç oldukça sanki “organik” bir biçimde inşa edilmiş.

 


Üst katta, sinagogun kadınlara ayrılan bölümü ise onlarca yıl önce bir kauçuk atölyesine dönüşmüş. 
Ama bildiğiniz türden ayakkabı, çizme üreten bir kauçuk atölyesi değil. Üretim tezgahları, endüstri için parça üreten bir kauçuk atölyesi… hatta laboratuarı. Burada tek başına çalışan usta için her yapılan parçanın bir özel hikayesi var. 

Tezgahın üstünde şu anda imalat safhasındaki şeritler bobin halinde sarılıyor, kalıp içinde ısıtılıyor ve sertleştiriliyor. Üzerine ise oyuklar açılıyor. Ne olduğunu, ne işe yaradığını tıpkı diğerlerinde olduğu gibi anlayamıyorsunuz. Verilen izahat ise çok çarpıcı: Bunlar sıvama atölyelerinde üretilen paslanmaz çelik tencere, çaydanlık gibi ev aletlerinin son aşamada parlatılması, perdahlanmasına yarıyormuş. Peki neden doğal kauçuktan? Onun da cevabı var. Piyasada üretilen “taklitleri”nden on defa daha fazla dayanıyormuş! Madem ilgilendiniz, işte size bir başka örnek: Bu merdaneler gene aynı malzemeden, kauçuktan üretiliyor. Ne işe mi yarıyorlar dersiniz? Pirincin kabuğunu ayıklamaya. Atölye sahibi bu merdaneleri daha ucuz bir malzeme olan plastikten yapmak için bir çok kişinin uğraştığını, ama başaramadıklarını söylüyor. Plastikten yapılanlar evet daha ucuz ama, yüz kiloda on kilo kırık pirinç bırakıyor. Üstelik de içine plastik tozu karıştığı için pilavlar acı ve sağlıksız oluyor! Şaşkınlıkla gözümü diğer ürün örnekleri üzerinde gezdiriyorum. Her birinin kimbilir ne hikayeleri var.
 
Zaman kısa. Yoksa saatlerce “bu ne” diye adamcağızı işinden edeceğim. Ama atölye sahibi ne olacağının bilincinde. Ben diyor bu atölyeyi babamdan devraldım. O da dedemden. Şimdi bu bölgeden atılacağımız söyleniyor. Daha önce de söylenmişti. Ne yapalım? Gitmemiz gerekirse, gideriz.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder